Perakende Sektörü'nün Tanıdığı Bir İsim, Ali Poyrazoğlu

İşini severek, eğlenerek yapan insanların dünyayla ve kendileriyle barış içinde yaşayacaklarına sonsuz inanç duyan ve bunu bizzat çevresindeki insanlara aktaran bir isim dahası bir oyuncu, tiyatro yönetmeni, gazete yazarı, radyo programcısı, hoca; Ali Poyrazoğlu... Perakende.Org, sohbeti, alışverişi ve hayatı Ali Poyrazoğlunun penceresinden izledi

Perakende Sektörü'nün Tanıdığı Bir İsim, Ali Poyrazoğlu
Öncelikle Ali Poyrazoğlu ve alışverişten başlasak. Alışveriş yapmayı sever misiniz? Alışveriş yapmayı çok severim. Zaten alışverişten kurtulmanın olanağı yok. Ben özellikle çarşı pazar alışverişini seviyorum. Evin bütün alışverişini Balık Pazarından yapıyorum çünkü oradaki esnaf benim 25- 30 senelik ahbabım. Onlarla sohbet etmek son derece keyifli çünkü memleketteki ekonomik durumu en iyi anlayabilen insanlar onlar. Alışveriş esnasında onlar öyle ipuçları veriyorlar ve öyle öyküler anlatıyorlar ki olup bitenin gerçek yüzünü çarşıda pazarda görüyorsunuz. Tabii bir de herkes farklı alışveriş alanlarında bulunuyor ve meraklı olduğu konularda alışveriş yapıyor. Ben alışveriş yapacağım zaman neyle ilgili alışveriş yapacaksam o daldaki birkaç dükkana girip çıkmayı oradaki insanlarla konuşmayı çok seviyorum. Çünkü asıl işimin dışında şirketlere verdiğim seminerler, konferanslar, eğitim programları var. Onlarla ilgili birçok bilgiye de sahip oluyorum. Birinci ağızdan deneyimi almış oluyorum bu sohbetlerle ve bu anlamda iletişim kurmak hoşuma gidiyor. Gıda dışında pek çok alışveriş yapılıyor tabii. Benim çeşitli koleksiyonlarım var, büyük bir kütüphanem var tüm bu dallarda da alışveriş ediyorum. Bu alışverişlerdeyse zaman harcayarak, aceleye getirmeden alışveriş yapmayı seviyorum. Bu yüzden benim için bir iletişim kanalı, eğlence oluyor alışveriş. Süpermarket ve hipermarketlerle aranız nasıl? Ben yaz mevsiminde Bodrumda oluyorum ve var olan bir gerçek; Bodrumda bakkalların neredeyse yok olduğu. Zaten orada yaşarken gıdanın sebze kısmını ve yörenin zeytini dışında kalan tüm ürünleri süper ve hipermarketlerden almak zorunda kalıyorsunuz. Çok sayıda market var bu da beraberinde rekabeti getiriyor. Tüketici için de seçim şansı çok oluyor, fiyatlar uygun ve aşağı yukarı aynı seviyede oluyor. Durum böyle olunca marketler rekabete gidiyor ve farklılaşmak adına servis, insan ilişkileri, müşteri ilişkilerine önem verip, bu hizmetlerini güçlendiriyorlar. Rekabet çok şeyi öğretiyor tabii insanlara. İşte rekabeti öğreniyor, uyguluyor ve personelinize de öğretiyorsunuz. Geçen gün perakendecilere bir konferans veriyordum dedim ki, ben burada tüketici tarafındayım, siz oturanlar satıcı, mağaza tarafısınız. Ama bu sefer söz bende diyerek onlara bütün satıcıların, öğrendiği satış tekniklerini satın alıcıların üzerinde denerken kendilerinin de o esnada bir alıcı olduğunu anımsatmak istedim kendi dükkanlarından çıktıkları zaman onların da birer alıcıya döndükleri için işin iki tarafında da durmalarını ve iki tarafı da öğrenmeleri gerektiğini anlattım. İnsan unsurunu her zaman ön plana çıkararak, çalıştıkları yerde kurum kültürü oluşturmaları gerektiğini anlattım. Bakkalların marketlere dönüşünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu doğal bir süreç mi? Bu, doğal değil. Günün akışı, kentlinin birden bire bu kadar büyümesi, nüfusun bu kadar hızlı artışı bakkalları yetersiz kılıyor. Bu kadar insanla hangi bakkal baş edebilir ki? Her mahalleye en az 4 bakkal gerekir. Bakkallık, süpermarket rekabeti yüzünden yazık ki ortadan kalkıyor. Ama hiçbir zaman tamamen yok olamayacak. Bazı semtlerde bakkallar yaşamaya devam edecek. Kentlerin bu kadar büyümesi süpermarketlerin köşe başını ele geçirmesini de beraberinde getirecektir tabii. İnsanların çalışma hayatına daha çok zaman ayırması gerekiyor ve bu yüzden insanlar günün süratini yakalamak için süpermarketlerden alışveriş yapıyorlar. Değişen tüketim alışkanlıkları, tüketici profili, her şeyin çok çabuk tüketilmesi sanatı nasıl etkiliyor? Süratle bir tüketici toplumu olmaya geçiş yapıldı. Ancak bu durumun yavaş geçiş evreleri Batıda olduğu gibi gerçekleşmedi bizde. Ve biz de bunun acısını her dalda çekiyoruz. Tabii Türkiyede olup bitenden sanatı, sinemayı, tiyatroyu soyutlayamazsın. Yaşanan her ekonomik durum doğal olarak bize de yansıyor. Tiyatrocu olmasaydınız perakendenin herhangi bir dalında olmak ister miydiniz? İşin ticaret tarafında olmak gibi mesela? Ben bugüne kadar hiçbir şey satmadım. Tiyatroda da satmadım. Ben paylaşıyorum; bilgimi, görüşümü, eğlencemi paylaşıyorum. Düşündürme bakışımı paylaşıyorum. Şimdiye kadar hiçbir şey satmadım, satmayı da düşünmüyorum zaten bir şeyi satmak üzere yola çıkanların da başarılı olacaklarına inanmıyorum. İnsan hangi dalda olursa olsun satmak; hedef kitleyi tespit edip onu gez, gör, arpacık yapıp, nişan alıp vurmaya çalışan insanlar değil, çözüm ortakları olmalıyız insanların. Satıcı değil çözüm getirici kurumlara dönüştürmeliyiz iş yerlerini. Yani sanatın dışında bir iş yapmazdım. Ben ders verirken de yaşama bir bakışın, bilgiyi yeniden gözden geçirmenin nasıl olması gerektiği üstüne birlikte düşünüyorum o insanlarla, kurumlarla. Malı, hizmeti, ürünü ya da bilgiyi iletmek istediğiniz insanlarla nasıl daha kalıcı olunacağını, nasıl daha sağlam bağlar kurulabileceğini, nasıl bir bakış açısı içinde olursak kurum kültürünün yenilenebileceğini ve her gün değişen güne ayak uydurmazsak nasıl günün gerisinde kalıp yok olunacağını, birlikte düşünüyorum ve hayal kuruyorum o insanlarla. Alışveriş konusunda aklınızda kalan ilginç bir anı var mı? Öğretilmiş perakende tekniklerini iyice özümsemeden, sindirmeden müşterinin üstünde uygulamaya çalışan satış elemanları beni çok eğlendiriyor ve güldürüyor. Ben her yıl tiyatroyu ve seyircilerimle bağımı kaybetmemek için yaptıklarımız, yapmayı düşündüklerimiz, varmak istediğimiz noktayla olduğumuz noktadaki boşluğu tespit ederek o boşluğu nasıl doldurmamız gerektiğini her yıl gözden geçirerek sezona başlıyorum. Yazıyorum, çiziyorum, okuyorum, bilgilerimi gözden geçiriyorum, ders verdiğim için de bilgileri tekrarlıyorum. Sonuçta hepimiz bir şeyler sunuyoruz; bilgimizi, sevgimizi, paylaşmak istediğimiz ürünü, görüşümüzü sunuyoruz. Kendimi karşımdaki insana en iyi nasıl anlatabilirim ve kendimi nasıl sunabilirim diye bakarız hayata. Tiyatroların bir bakış açısıyla, pazarlanabildiğini düşünüyor musunuz? Hayır. Türkiyede birkaç tiyatro dışında hiçbir tiyatro, modern işletme tekniklerine inanmıyor. Çağımızda ürettiğimiz işlerin pazarlanması gerçeğiyle yüz yüze kaldık. Öğrenmek gerekti, bu gerçekle yüzleşmek gerekti. Bundan 10 sene önceki oyunumu ortaya koyarım, gazeteye de ilan veririm, insanlar da koşa koşa gelir mantığı yok artık. Bu gerçekle de yüzleşmeyenler, zamanla da yüzleşmemiş oluyor. Böylece işletmede de geriliyor, sanatta da geriliyorlar. 10 yıl değil dünkü buluşlar, pazarlama teknikleri bugün geçerli olamıyor. Tiyatro yaparken bir iletişim ortamı yaratıyorsun. Seni izleyecek seyircilerle bir iletişim içinde bulunmak istediğini duyuruyorsun. İletişim önerisinde bulunan insanların mesajlarını iletmeleri için daha fazla gayret sarf edip, daha günümüzün tekniklerini kullanıp ya da onları öğrenmiş insanlarla işbirliği yapıp, profesyonel yardım alıp tiyatrolar yönetilirse ayakta kalınır. Bu duruma direnenler, günün ritmine direnmiş oluyor ve günün ritmi yakalanmazsa iş yapılamaz. Hangi tarafta olmak daha keyifli; öğrenen mi, öğreten mi? Ben hayatta her iki taraftayım. Bundan keyif alıyorum. Sonuçta hem öğreniyorum hem öğretiyorum. Kendimi her konuda eğitiyorum sadece bir meslek dalında değil kendi mesleğinle ilgili pek çok dalda bilgi sahibi olmak, yaratıcı olmak insanın yaşamını bir şenliğe dönüştürüyor. Hepimiz dünyadan bir kere geçeceğimize göre bu şenlik hakkımızı neden kullanmayalım?